top of page

Halit Candan'la Moda Yürüyüşleri

  • Yazarın fotoğrafı: Selcan Kırnal
    Selcan Kırnal
  • 28 Eki 2023
  • 4 dakikada okunur

Tanpınar’ın anısına

Her gün ajans dinlemek, bende alışkanlıktır. Bu kahrolası virüs hâsıl olduğundan beri Moda sahilinde yürüyüş yapmak da öyle. Buralar pek değişti, pek kalabalıklaştı. Fakat bundan katiyen şikâyetçi değilim. Eğlenen, söyleşen, müzik icra eden gençleri gördükçe içim açılıyor. Şöyle gelişigüzel çimlere yayılmamışlığım, açık alanda bir kadına buse kondurmamışlığım, envaı çeşit lezzetten tat almamışlığım; aslında yarım kalmışlığım tamamlanıyor sanki. Durgun bir su gibi geçip giden ömrümü düşünüyor, her şeye durup yeniden bakıyorum.


Yalnız, çocukken pazar günlerini iple çekerdim. Bunun, bendeniz için, okulların tatil olmasından daha fazla anlamı vardı. Büyük Hanım, her pazar konakta sazlı- sözlü davetler verirdi. Kadınlar meclisi toplanır, hep birlikte Dilhayat Kalfa’dan, Hafız Burhan’dan, Tatyos Efendi’den ezgiler teganni ederlerdi.


Evvela sofraya otururlardı. Kahkahalar, latifeler, oda oda genişleyen bir şenlik havası her yanı sarardı. Onlar dolmanın kıymalı mı kıymasız mı yapılacağını tartışırken ben, kimseye görünmeden masanın altına girerdim. Burası adeta büyülü bir dünya idi. Çoraplardan yayılan o naylon kokusu; lavanta, leylak, yasemin esansına karışırdı. Bu kokuyu ta ciğerlerime kadar çeker, hanımların ten rengi çorapları içindeki bacaklarını izlerdim. Bu, bana tuhaf bir haz verirdi. Kendimi anne karnındaki bir cenin kadar güvende hisseder, aynı zamanda rayihalarla sersemlemiş bedenimde baştan çıkarıcı bir korkuyla nefesimi tutardım. Bir süre sonra hanımların çoraplarının renginden, kim olduklarını tahmin etmeye başladım. Arsen Hanım, hep, tenine koyu gelen çoraplar giyerdi. Şahende Hanım’ın ise vücuduna göre kalın ayak bilekleri vardı. Yemek bitip de onlar udlarına, kanunlarına davranırlarken ben, ortalıktan toz olurdum.


Babam bunları görseydi, beni kulaklarımdan tavana asardı herhalde.

Evin kâhyası olan babam, çatık karakaşları ile nam salmıştı. Durmadan homurdanır, sürekli bir şeylerden şikâyet ederdi. Evin diğer hizmetlileri bile konağın sahiplerinden çok babamdan çekinirdi. İlkokulu bitirdiğim yaz, annem ince hastalıktan ölünce, daha da karardı yüzü.


Elim iş tutmaya başlayınca, babamın bana sevgisini gösteremediği uzun saatlerin ıstırabı da böylece bitmiş oldu. Okuldan sonra, köşkte ufak tefek işlere yardım ederdim. Severdi beni Büyük Bey. Nur içinde yatsın, üniversite öğrenimim için o ön ayak olmuştu. Okumaya teşne olduğumdan, edebiyat tahsili yapmama karar verilmişti.


Büyüyordum. Fakat o tuhaf naylon kokusundan vazgeçemiyordum. Masa altına da sığmaz olmuştum. Bazen kimseye fark ettirmeden hizmetlilerin çekmecelerini karıştırır, çoraplarını doyasıya koklardım. Böyle zamanlarda kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Yine de yakalanma korkusunun getirdiği tatlı bir heyecan, saadetime saadet katardı. Her şeye rağmen bu yaptığımın doğru olmadığına inanır, utanç kuyularına düşüp çıkardım.


Bir vakitler, bu itiyadımı terk etmiştim. Liseyi bitirdiğim yazdı. Öte-beri almak için haftada bir kente inerdim. O güzel cins-i latif de her hafta kurulan pazara gelir; bembeyaz nermin elleriyle domates, salatalık seçerdi. Pazarcıların bağırışları arasında ben onun sağ yanağındaki küçük bene bakar, gözlerini süzerek saçlarını arkaya atışındaki edaya dalar, ismini tahmin etmeye çalışırdım. Feraye, Suat, Aliye … Yaptığım pek uygunsuz olsa da bir gün onu takip ettim. Üç katlı bir aile apartmanının ikinci katında oturuyordu. Uzunca bir süre, onu gizliden gizliye izlemeyi sürdürdüm. Bu vaziyet aylarca ömrüme bahar havaları estirdi. Sonraları, bu işin nereye varacağı iyiden iyiye kafamı bulandırmaya başladı. Oldum olası hoşlanmam müphem işlerden.


Kente indiğim bir gün, nasıl olduysa, çılgınca bir fikir geldi aklıma. Bu güzele, hislerimi anlatan bir mektup yazdım. Sonuna, ismimi ve adresimi iliştirdim. Mektubu kibrit kutusuna koydum. Hava karardıktan sonra, evinin önünde beklemeye başladım. O gün balkona çıkmadı. Belki de hayatımı değiştirecek olan bu kibrit kutusunu, fırlattım balkona doğru. Ne kadar uğraştımsa bir türlü isabet ettiremedim. Vaziyet böyle olunca ben de bunu, tatlı oyunumun sonunu getiren bir işaret telakki ettim.

Sonraki gönül macerama kadar naylon çorap kokularına geri döndüm.

Darülfünun ’da okurken, sınıfımızda nazenin, ela gözlü bir hanım vardı. Bir gün, tüm cesaretimi toplayıp kendisini yemeğe davet ettim. Davetime icabet etti. Talihsizlik bu ya, yemekte çatalımı yere düşürdüm. Çatalı almak için eğildiğimde, bu hanımın eteğinin altına giydiği siyah çorapların kokusuna kaptırdım kendimi. Sonra o bunu fark edince ayıp bir şey yaptığımı düşündü. Kafama çantayı yiyiverdim.

Darülfünun’u iyi bir derece ile bitirmiştim. O yıl Büyük Bey, ardından da Büyük Hanım, rahmetli oldular. Babamın arzusu, edebiyat öğretmeni olmamdı. Fakat ben, bir tuhafiye dükkânı açmayı kafama koymuştum. Böylece anneme alıyorum bahanesiyle, dükkânlara girip çorap koklamaktan da kurtulacaktım. Babam elbette buna hiddetle karşı çıktı. Onu dinlemeyerek, Beyoğlu’nda küçük bir tuhafiye dükkânı açtım. ‘’Candan Tuhafiye.’’ Babam benimle konuşmuyordu. Köşkün eski şaşaalı günleri geride kalmıştı.


Tuhafiyede işler büyümeye başlayınca, yanıma bir çırak aldım. Pek çalışkan bir delikanlı idi. Anadolu’dan gelmişti, saf bir tabiatı vardı. Çorapları dizme işini katiyen ona bırakmazdım. Buna anlam veremese de ses çıkarmazdı. Bu arada babam da ölmüştü. Onunla son kez konuşabildiğim için vicdanım rahattı.


Emekli olana kadar, Beyoğlu’nda Rum’lara ait bir apartmanın giriş katında oturdum. Raflar, çoraplar, tozlar, düğmeler arasında geçti ömrüm. Kokuların bana verdiği ile yetindim. Eski tanışlarımla ünsiyet peyda edemedim. Bazı akşamlar, sayısı üçü geçmeyen dostlarımla buluşup meyhanelerde sabahladım. Hiç sarhoş olmadım. Buraların eski tadı kalmayınca, Büyük Bey’in bana bıraktığı eve taşındım.

Emekli olduğumdan beri, çevremi daha dikkatli inceler oldum. Dün akşam, hırçın dalgaların, yalçın kayalıkları sarıp sarmalamasına takıldı gözüm. Tabiatın bu coşkusu karşısında hayrete düştüm. O dakika bu durumun, yıllarca dikkat-i nazarımdan kaçmış olmasına şaşırdım. Pencerenin ardında, yılın belli zamanlarında gerçekleşen bir visal manzarası vardı. Beni muhtelif düşüncelere iten bu yağmur, deniz altındaki mahlûklar için de bu denli mühim miydi? Oysaki ben, daha önce bunlara kafa yormamıştım. Ne büyük emeller peşinde koştum ne de elimdekilerin bana getirdiği saadeti ölçüp biçtim.


Şimdi her akşam Moda sahilinde yürüyorum. Durup banklarda oturuyorum. Buradaki kayalıkları, yerinden kımıldamayan, pejmürde kılıklı bilgelere benzetiyorum. Ne hayatlara tanık olmuşlardır şimdiye dek? Deniz neler anlatıyordur onlara kim bilir? Benimse konağın ve tuhafiyenin dışındaki hayat hakkında pek fikrim yok. Annem, babam ve bana ait hatırladığım tek şeyse, bir Bursa gezisi. Cumalıkızık Köyü’ndenmiş anneciğim. Bilirdi oraları, bu gezide, ilk defa bu kadar konuştuğunu duymuştum. Omuzları dik, mağrur, diz altı çorabının bacağında bıraktığı lastik iziyle babamdan geride değil, onun yanında yürüyordu. Kumral kâküllerinin çemberinden taşması da o güne mahsustu. Koza Han, külliyeler, İnkaya tarihi çınarının yaprakları… Anneciğimin huzuruna tanıklık eden şanslı yerlerdir. Gamzeleri, hâlâ Bursa’da gömülüdür.


Ben, yürüyüşlerime devam edeceğim. Ölünce kimlerin omzunda taşınacağımı bilmeden, ömrümün geri kalanını bitireceğim.

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page