Kör Kuyudaki Boz Eşek
- Selcan Kırnal

- 7 Eyl 2023
- 7 dakikada okunur
Deli Salim’in kaybolduğu sene, köye yer köpekleri dadandı. Kazdıkları tünellerde kovuklar oluşturdular, yavrulayıp çoğaldılar. Pancar tarlaları delik deşik oldu, incir ağaçlarının kökü kurudu. Köşe bucak, yer köpeklerinin sadece kafalarını yediği ölü tavuklarla doldu, taştı. Hayvanları telef olan Pinti Murtaza, ‘’Yandı gülüm keten helva, gitti paracıklarım, gitti komşular,’’ diye günlerce feryat etti. Dizlerini vura vura dövünen kadınlar köy meydanını aylarca inlettiler. Köyde gündüzler kısalmış, ekinler küsmüş gibiydi. Sanki güneş ve bulut tarazlanmıştı da, zerreleri bile yere düşmez olmuştu. Köye, yüz yıllık bir lanet yağıyor gibiydi.
Deli Salim’in kaybolduğu sene, Dilsiz Hatçe, bir oğlan çocuğu doğurdu. Çocuk kimdendi, bilen yoktu. Amcası, karnı belli olmaya başladığında Hatçe’yi kente götürdü. Uzak akrabalardan, hali vakti yerinde olan birinin yanına yerleştirdi. Burada ev işlerine, yemeğe yardım ediyordu. Altı aylık hamileyken salonun perdesini taktırmaları hariç, ona kötü davranmış sayılmazlardı. Bebeği; doğduğu gün evlatlık verilince, köye geri döndü Hatçe. Bebeğin ne menem bir şey olduğunu merak ediyordu etmesine ama o mendebur suratlıya benzediğini görmekten korkuyordu. Onu sadece bir kere kucağına aldı; gözü kapalı emzirdi. Anne olmuştu, yavrusu gidiyor diye üzülmeliydi belki ama o hiçbir şey hissetmedi. Hem annesi, ona üzülmüş müydü? Sormuş muydu kim yaptı sana bunu, diye? Boz bulanık iki ırmağa dönüşen gözlerinden öpmüş müydü? İki bacağının arasından akan kanları, bakkaldan aldığı pamukla temizlemişti de kimse görmemişti. Kendi rızasıyla, uzaktan uzağa sevdiği Yaşar’la yapsaydı bu bebeği, o zaman her şey farklı olur muydu? Olurdu elbet… Ah o kör kuyunun başına yalnız gittiği gün… Alçak herif. O üstünde tepinirken, yerden aldığı taşı onun pis kafasına isabet ettirebilseydi… Geberip gitseydi oracıkta, soysuz… Zaten konuşamayan ve çok az duyan Hatçe, zamanla daha da durgunlaştı. Babası evdeyken gözlerini kızından kaçırıyor, annesi ufacık bir olayda onu itip kakıyordu. Komşuya, dantel örneği çıkarmak için bile yalnız gidemez olmuştu.
Deli Salim’in kaybolduğu sene, köye yeni bir öğretmen geldi. Otuzunda yoktu. Kendine güvenli bir duruşu, gösterişsiz, küçük bir yüzü vardı. Tatil günlerinde bile gri takım elbisesiyle dolaşır, siyah saçlarına briyantin sürmeden dışarı çıkmazdı. İyi huylu olarak anılırdı. Oysa herhangi bir konuda bilgisini konuşturabilmek için fırsat kollardı. Nezaketle örttüğü kibri ile köylü yanlış bir şey söylese de düzeltsem, diye tetikte beklerdi. Bir de nereden bulduysa, köye gelirken yanında boz bir eşek getirmişti. Bu eşeğin ahırdan çıktığını gören olmamıştı. Öğretmen’in köylülere anlattığına göre, bu eşek yürüyemiyordu ama sütü pek nefisti. Hem bu süt, hastalığına da iyi geliyordu. Kimse, Öğretmen’e bu hastalığın ne olduğunu sormadı.
Öğretmen, köydeki herkesten saygı görürdü. Özellikle Yamalı Mürüvvet, onu öve öve bitiremezdi. Ne de olsa karşı komşusuydu. Ona her akşam yemek götürür, yarı aralık kapıdan gözleriyle her yeri didik didik ederdi. Ev temizdi, derli topluydu. Öğretmen Bey’in eve kız getirdiğine dair de bir emare yoktu. Asayiş berkemaldı. Mürüvvet’in oğlu Yaşar’sa, bu adamı sevememişti bir türlü. Hem onu kaç defa, dudaklarını ısıra ısıra Hatçe’ye bakarken görmüştü.
Yaşar, Hatçe’nin başına gelenleri öğrenmişti. Tüm öfkesine rağmen, olay köyde duyulmasın diye suskun kaldı. Şüphelendiği birkaç kişi vardı. Hatçe’sine bunu yapan Kahveci Rüstem olabilir miydi? Gözleri fıldır fıldır dönen kaytan bıyıklı bu adam, Dilsiz Hatçe’ye takıktı. Hatçe ne zaman kahvenin önünden geçse, ‘’Boşa kostaklanma kostak değilsin aman,’’ türküsünü söylerdi. Saatlerdir kahvede oturmaktan kıçları neredeyse sandalyeye yapışmış ihtiyarlar oralı olmaz, pişpirik atmaya devam ederlerdi. Orada bulunan birkaç delikanlı bazen Rüstem’e çıkışır: ‘’Ayıptır Rüstem Abi, senin de Hatçe yaşlarında bacın var, yakışık alır mı bu yaptığın?’’ derlerdi. Rüstem öfkelenir, ‘’ Size ne lan kokozlar. Kızın bekçisi misiniz? Dönün önünüze de oraletinizi için, kızdırmayın kafamı’’ diye gürlerdi. Yaşar o anlarda kahvedeyse, dişlerini sıkmakla yetinirdi.
Ya Deli Salim… Fikri seyrek, bu işi o yapmış olmasındı?
Deli Salim, boyluca bir adamdı. Uzun perçemleri, sarı kirpiklerinin üzerine düşerdi. Penye eşofmanını göğsünün altına kadar çeker, yaz kış turuncu tuvalet terliği giyerdi. Kesilmiş bir eşek kuyruğu bulduğundan beri her gün çınar ağacının altındaki kör kuyunun başına gelir, orada bir kalemkâr sabrıyla saatlerce dikilirdi. Kuyunun içine düştüğüne inandığı eşeğe seslenir, anırmaya benzer bir ses duyabilmek için kulağını kuyuya dayardı. ‘’Sen bari ses ver eşek, arkadaşım eşek… Gezdiğin çayırların yeşili hatırına ses ver eşek… Arkadaşım eş, arkadaşım şek, arkadaşım eşeeeek… Uzun kulakların da mı duymaz beni? Biliyorum aşağıdasın, kuyu kör, gökyüzü bitimsiz eşek. Kardeşim, arkadaşım eşek!’’
Salim, doğuştan böyleydi. Annesi çekip gidince iyiden iyiye tuhaflaştı. Aslında her yaptığının bir sebebi vardı; bunu kendisi biliyordu ama diğerleri göremiyordu. Bir gün okuldan dönerken, paltosunu savura savura yürüyordu. Çünkü önlüğünün cebine bir uğurböceği konmuştu ve onu rahatsız etmek istemiyordu. Bir taraftan da şarkı söyleyip kafasını sallıyordu: ‘’Uç uç böcecik, annen sana terlik pabuç alacak. Uç uç bö…’’ Derken suratına şamarı yiyivermişti. Babası bahçe kapısının önündeydi ve oğlunu görmüştü. Hiddetle bağırdı: ‘’Ulan hastasın, kapasana şu önünü. Anan da yok zaten, bir de seninle uğraşmayayım.’’ Uğur böceği uçmuş, Salim küsmüştü.
İlkokulu bitirdikten sonra, babasına yardım etmeye başlamıştı. Bir gün yine tarladaydılar. İşe ara verilmiş, hep birlikte karpuz yenmiş, kabukları kenara bırakılmıştı. Babası Salim’den çöpleri toplamasını istedi. O da eline bir poşet aldı, ay çekirdeği yiye yiye çöplerin olduğu yere yanaştı. Tam eğilip kabukları alıyordu ki, gözü kümelenmiş karıncalara takıldı. Kimisi Salim’in yere attığı çekirdek kabuklarını taşıyor, kimisi de, karpuz kabuklarının üzerinde geziniyordu. Salim, onları izlemeye koyuldu. Şimdi kabukları alsa, zavallılar, poşetin içinde ölecekler. Nasıl kıysındı ki onlara? Hem, karıncayı bile incitmem, ne demekti? Onlarınki can değil miydi? Minnacık oldukları için, görmezden mi gelecektik onları? Bir taraftan bunları düşünüyor, bir taraftan da babası geliyor mu diye arkasına bakıyordu. Derken aklına bir şey geldi. Cebinde akide şekeri vardı. Bu şekeri biraz emecek, sonra da yere
bırakacaktı. Böylece karıncalar karpuz kabuğundan inip, akide şekerinin üstünde toplanacaklardı. Hepsini olmasa bile, bazılarını ölümden kurtarabilirdi! Tam elini cebine atacaktı ki, babasının soluğunu ensesinde hissetti. En şiddetli dayağını o gün yedi. Babası onu tekmeliyor, yere fırlatıyor, bacaklarına patlıcanla vuruyordu. İşçiler, bu aksi adamdan çekinirlerdi. Önce ses çıkarmadılar ama sonra dayanamayıp araya girdiler. ‘’Yapma beyim, garibin aklı yarım zaten, kalanı da sen alacaksın,’’ dediler.
Deli Salim kaybolduğu gün, yine babası ile kavga etmişti. Üstelik bu kez babasına karşılık vermiş, Bey’in elini havada yakalamıştı. O sabah erken saatlerde Bey ve kafadarları, bıldırcın avına çıkmışlardı. Dönüşte bahçede çilingir sofrası kurdular. Bıldırcınlar mangala atıldı, pişirildi. Herkes iştahla yemeğe gömüldü. Salim ise incir ağacının altına oturmuş, eline aldığı bir çırpıyla toprağı eşeliyordu. Babası ona seslendi: ‘’Gelsene ulan, aç mı duracaksın bütün gün, gel dedim sana.’’ Salim,’’ Tokum ben,’’ dedi. Aslında zavallı bıldırcınları yemek istemiyordu. Bu, ona göre korkunç bir şeydi. Ormanda kendi halinde yaşayan kuşları keyif için öldürmek, sonra da onları yemek… Akıl alır gibi değildi. Salim masaya gelmeyince babası elinde tabakla yerinden kalktı. Gür kaşları neredeyse saç diplerine kadar çıkmıştı. Çizmeleriyle bastığı yerler, adeta titriyordu. Salim’e doğru eğildi. Bıldırcınları Salim’in ağzına tıkmaya çalıştı. Salim çırpınıyor, ağzını açmıyordu. ‘’Yemicem işte, yemicem, yemicem, yemicem. Onların tüfekleri yok, kuşların tüfekleri yok yok, yok!’’ Sofradakilerden biri olan Öğretmen, Bey’e seslendi. ‘’Rahat bırak oğlanı, ısrar etme, yer o sonra.’’ Bey, ‘’Bu it iyice kafayı yedi artık. Nereden bulduysa bulmuş bir eşek kuyruğu, ha bire kuyuda eşeğin gerisini arıyor, tövbe tövbe. Hayırsız it. Anası ayrı, çocuğu ayrı çektiriyor be!’’ Öğretmen sustu, rakısını yudumladı. Salim, koşar adım çıktı bahçeden. O gün bu gündür, onu gören olmadı. Nereye kadar koştuğunu bilen yok.
Belki de bunu Hatçe’ye, Öğretmen yaptı… Cesaret edebilir mi? Belki Pinti Murtaza? Yok canım, o para saymaktan başka iş bilmez ki… Bu kişi, Bey olmasın sakın? Adi herif, evde karısı yok, kız da dilsiz, nefsini mi körledi yoksa? Olmaz öyle şey…
Ah, Yaşar’ın anası razı olsaydı şu işe. Bunlar hiç yaşanmayacaktı. Yamalı Mürüvvet, oğlu Yaşar’a çok düşkündü. On tane düşük yapmış, on birincide tek çocuğuna kavuşabilmişti. Yaşar’ı altı yaşına kadar emzirmiş, onun kılına zarar gelmesin diye peşinde dolanıp durmuştu. Yaşar, annesine açıldığında annesi lafı ağzına tıkıvermişti: ‘’Aa, benim kırmızı yanaklı güzel oğlum, o kız senin dengin mi? O ancak, Deli Salim’in yanına yakışır. Kusurlu oğlum o kız, kusurlu. Bir daha böyle şeyler duymayayım.’’ Oysa Yamalı Mürüvvet, Hatçe’nin anası ile pek sıkı fıkıydı. Hatçe’yi de sever görünürdü. Bazen onlara akşam çayına giderdi de, ‘’Kızımı özledim, o güzel yüzünü göreyim,’’ dedikten sonra, birbirine dolaşmış yün iplikleri Hatçe’nin eline tutuşturuverirdi. Hatçe bunlarla cebelleşir, o da tüm köyün dedikodusunu yapar, durmadan konuşurdu.
Deli Salim’in kaybolduğu günün gecesi, gökyüzünde dolunay vardı. Yamalı Mürüvvet uyuyamamış, elinde ballı sütü, bahçeye çıkmıştı. Sütünden bir yudum almıştı ki, Öğretmen’in bahçesinde bir karaltı fark etti. Sedire doğru seğirtti. Tam ‘’Kim var orada,’’ diye bağıracaktı ki, iki eliyle ağzını kapadı. Melamin bardak elinden düştü, tiz bir ses çıkardı, masanın altına yuvarlandı, paslanmış demir ayağına çarpıp durdu. Yamalı Mürüvvet’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Öğretmen bir ileri bir geri gidiyor, can çekişir gibi soluyordu. Mürüvvet biraz daha öne çıktı. İncir ağacının arkasına saklandı. ‘’Hangi kızı aldı koynuna acaba? Bak sen Öğretmen’e. Saman altından su yürütüyor köftehor,’’diye düşündü. Bir iki saniye sonra ise gördükleri karşısında irkildi. Yüzü kireç gibi oldu. Şaşkınlıktan çenesi yere düşecekti. ‘’Tövbe, tövbe, Ö-ö-öğ-ğretmen… Eşeğe neler yapıyor öyle… Se-se-sen şaşırtma Yarabbi!’’ diye kekeledi. Hemen eve koştu. Kapıyı sessizce kapatıp yatağına girdi. Yorganı üzerine çekti.
Ertesi gün Yamalı Mürüvvet, sabah erkenden köy pazarına yollandı. Patates, soğan, domates derken, poşetleri taşımaktan yoruldu. Köy çeşmesinin yanına çöküverdi. Dinlenmeye koyuldu. O sırada karşıdan Öğretmen geliyordu. Pis, sırıtkan suratıyla Mürüvvet’e yaklaştı:
‘’Sabah şerifleriniz hayırlı olsun Mürüvvet Teyze.’’
‘’Günaydın oğlum’’
‘’Pazarı boşaltmışsın yine, ben de eve gidiyorum. Ver şunları da taşıyayım. Hem yorgun gözüküyorsun.’’
‘’Dün gece pek uyamadım da… Hatta bir aralık bahçeye çıktım.’’
‘’Ya, öyle mi… Şey, ben de akşam bir vurdum kafayı yastığa, ancak bu saatte uyandım. Deliksiz uyumuşum. Hafta içi çocuklar, okul, dersler derken, yoruluyor insan tabii. Alayım poşetlerini…’’
‘’Zahmet etmeseydin Öğretmen Bey, ben taşırdım.’’
‘’Olur mu öyle şey. Senin o güzel ellerin daha fazla yorulmasın.’’
İkisi yan yan yürümeye başladılar. Yamalı Mürüvvet, Öğretmen’in yüzüne bakmadan konuşuyordu. Tıraş losyonu da midesini bulandırdı… Ev bu kadar uzak mıydı? Bir an önce eve atsa kendini de, şöyle etraflıca düşünse. Kocasına dese, böyleyken böyle diye… Yok canım, inanmaz. Hem kocasına dokunmayan yılan bin yaşasın. Karısını da susturur, tembihler, gördüklerini kimseye anlatmasın diye. Muhtara mı gitse acaba? Aman, nesine gerek. Bir bu eksikti. Neden çıkarsın o saatte dışarı ki a Yamalı? Gecenin şerrinden de korkmaz oldun sen.
‘’Sağ ol evladım, geldik eve, alayım ben poşetleri. Hadi, kal sağlıcakla.’’
‘’Rica ederim teyzeciğim. Az mı yemeğini yedim. Bir ara hatırlat da, sana benim güzel kızın sütünden vereyim.’’
Mürüvvet kusacak gibi oldu. Eve girmek için sabırsızlanıyordu.
‘’İyi düşünmüşsün Öğretmen Bey de, bizim evde süt içen yok ki. Sen en iyisi başkasına götür o sütlerden.’’
Bunları telaşlı ve yüksek bir sesle söylemişti. Toparlandı. Tam kilide anahtarı sokuyordu ki, Öğretmen sordu:
‘’Sahi, Salim’den ses yok değil mi? Köye dönmedi mi o daha?’’
‘’Yok, dönmedi,’’ dedi Mürüvvet. İçeri girdi. Kapıyı kilitledi.
O sene köye yer köpekleri dadanmıştı.
*Bu öykü "Öykü Gazetesi" 2020 Eylül sayısında yayımlanmıştır.






Yorumlar